Güneş yıldızları kovalarken, güzelim tavuklarının
buğdaylarını gagalayan serçeleri kaçırmak için koşuşturan çocuk gibi ,ben hala
hem mutfak hem yatak odası olarak kullanılan, geniş demeye vicdanımın el
vermediği bir odacıkta, tahta sandalyenin üzerinde uykunun hamle yapıp beni alt
etmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Anlaşılan bu müsabakada tek başınayım şu ana
kadar.
Oturmaktan kaba etlerimin acıdığını hissediyorum.
Bir de parmaklarımın, arasındaki bir tutam saçı evirip çevirmekten. Uykunun
zaferine hazırlarken kendimi ne yaptığımın gerçekliği alt ediyor beni.
Yakıcı bir acı… Sağ elimde bir tutam saç.
Eski zaman hikayesi değil bu. Elimdeki saçlar
yârin zülfünden ödünç alınmış değil. Ödünç almak… Evet, yar bir parça kendi
kokan saçından sadece ödünç verir. Bilir; iki veya üç ay içerisinde
eskisinden farksız bir hal alır. Elimdeki ödünç alınmış değil, koparılmış ya da
çalınmış.
Çocukluğum yükleniyor uyku yerine. Aniden badem
ağaçları, bahar kokusu, varlığını bazı yerlerde muhafaza eden kar
birikintileri, arkamızda yatılı okulun pansiyon kısmı. Badem olması beklenen
yeşil meyveler var avcumda, onunkinde biraz tuz. Karışıyor zaman. Kim
karıştırıyor çayını. Ellerimdeki yeşiller toprağı andıran bir rengi alıyor,
olgunlaşmış badem kabuğu rengini. Hala bahar kokusu var burnumda. Karlar
erimiş. Gerçeklik kesiyor hayallerle olan göbek bağımı. Odacıktayım yine, tahta
sandalyede. Düşlerden geriye kalan saç telleri hala sağ avucumda. Bakışlarımı
gezdirme ihtiyacı hissediyorum kapalı mekânda. Güneş hala yıldız avında.
Halının desenleri ayırt edilmek ile edilmemek arasında. Duvar rengi
belirsiz. Oda arafta, ben araftayım.
Yeniden üstüme çullanıyor çocukluğum. Badem
ağaçları, sıcak uykusundan uyanan yeni yetme bir kız gibi, yorganını atıyor
üzerinden zihnimde. Siyah bir poşet var elinde. Saçlar, Allah’ım saçlar.
Badem kabuğu renkli. Çağla topluyoruz. Ağzımda kaç ham meyve var sayamıyorum
ama karşıdan yuvasına yemek taşıyan farenin yanakları gibi göründüğü kesin
yanaklarım. Gülüyor. “Uyumadın mı sen?” diyor bana olanca saf haliyle. Bir
dakika… Ne alakası var bu sözün burada.
Uzanıyorum daldaki yapraktan farklı yeşile.
Geceden daha farklı bir siyah olan poşete soruyorum “Sen hiç
yeşille tanıştın mı?” yapraklar arasından seçtiklerimi içine atarken. Derken
bir ses uzaktan “Koparmayın, onlar badem olacak koparmayın. “ diyor kuvvetlice.
Okulun hizmetlisi… Hızla üzerimize geliyor. “Kaç “ diyor “Geliyor bizimki”.
Aynı sese benzer bir ses, daha incinmiş, daha derinden “ Hasta olan benim ama
sen daha bitin duruyorsun” diyor. Şaşırıyorum. Anlaşılan hem koşmak hem
şaşırmak aynı anda olmuyor. Kapaklanıyorum yere.Dirseklerimde acıyla beraber
toprağı hissetmeyi beklerken karla karışık; acıyan kalçamı hissediyorum tekrar.
Sabaha kadar tahta bir sandalyede oturmanın armağanı. Çocukluğumun zaferini
alkışlamak gelmiyor içimden.
“Saçlarım” diyor tanıdık ses. O yakıcı acı
dolduruyor her zerremi tekrar. Gerçekliğin tokatları peş peşe
yüzümle buluşmakta. Güneş, oda, renkler aynı. Tabloya sadece bir çift göz
ilişmiş yataktan bana doğru. “Saçlarım dökülüyor dostum. Bu beklenmeyen bir şey
değildi lakin üzülüyor insan yine de”
Oda eriyiveriyor, küp şekerin sıcak sudaki
dağılmasını aratmayacak bir halde, gözlerimin önünde. Bir hafta öncesine
yolculuğum. Çocukluğum yorulmuş olmalı. Masanın üzerinde telefonumun ışıkları yanıp
sönüyor. Ekranda dört harfli bir kelime, dost. İsmi gibi dost olan bir yüz
beliriyor belleğimde. Badem renkli saçlar süslüyor bu simayı. Sesimde güven,
rahatlık ve neşenin beraber oluşturduğu eşsiz bir nakışla açıyorum telefonu.
-Efendim.
-Dostum, nasılsın?
Soru basit ama ses tam bir keşmekeş. Yorgunluk ağ
kurmuş ümitsizlik zehirlemiş dupduru , herseferinde enerji bulduğum tınıyı.
Sorduğu soruyu cevaplamadan direk duygulara sesleniyorum.
-Neyin var? İyi misin?
Sonrası, önce kulak çınlaması ardından şiddetli
mide bulantısı ve anlaşılabilen birkaç kelime “kanser, kemoterapi, yardım,
saçlar “. Ah saçlar hepsi birer ok tüm bedenimi kaplayan badem renkli.
Tekrar odaya ittiriyor beni sanrılar. Bu kadar
çabuk mu düştüm? Adem ile Havva ‘da bu kadar hızlı mı düşmüştü acaba yeryüzüne cennetten?
Bulutla arasında iki saat yüzerek bu küçücük öğretmen lojmanına şimdi bu kadar
hızla nasıl dönebilirim? Zihnim içinde bulunduğum durumun doğruluğunu kabul
etmek istemiyor anlaşılan. Sorular birbiri ardına.
Odanın arafı sevdiği fikri kendime getiriyor
beni. “Koparmayın ,onlar badem olacak koparmayın” nidasıyla hortlama gayretinde
anılar. “Koparmayın daha beyaz olacak o badem kabuğu renkli saçlar” demek
geliyor masanın üzerindeki ilaçlara. “İyi edin arkadaşımı ama saçlarına
dokunmayın.” Tekrar konuşuyor gözlerin sahibi. “ liseden ayrılırken söz
vermiştin. Zor olan ne varsa beraber kolay ederiz demiştin. Bu gerçekten zor
benim için. Saçlarım. Tane tane dökülmesine dayanamam.” Anlıyorum. Hatıraların
sesine kulak tıkayarak, dün gelirken getirdiğim saç makinesini alıyorum
bıraktığım saçlardan boşalan elime. Önce kendi ceviz renkli saçlarımın arasında
dolaştırıyorum. Ardından onun badem renkli saçlarının içinde.
Önceleri sessizken makinenin gürültüsünden kendi
sesini duyuramayacağı korkusuyla mekanik tını kesildiğinde “ne yaptın sen ?”
sorusunu soruyor duvara doğru, yüzüme bakmadan. “senin bana armağanların
karşısında ben de sana ödünç bir şeyler vermek istedim” diyorum. Mor halelerle
süslü gözlerde minik bir tebessüm ışıltısı.
Güneş muzaffer artık miğferini çıkartıyor. İçimde
yakıcı bir acı… Kucağımda bir koca bir yığın halinde badem kabuğu renkli saç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder