24 Mayıs 2013 Cuma

badem saçlı yiğidime.... 2

Güneş yıldızları kovalarken, güzelim tavuklarının buğdaylarını gagalayan serçeleri kaçırmak için koşuşturan çocuk gibi ,ben hala hem mutfak hem yatak odası olarak kullanılan, geniş demeye vicdanımın el vermediği bir odacıkta, tahta sandalyenin üzerinde uykunun hamle yapıp beni alt etmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Anlaşılan bu müsabakada tek başınayım şu ana kadar.
Oturmaktan kaba etlerimin acıdığını hissediyorum. Bir de parmaklarımın, arasındaki bir tutam saçı evirip çevirmekten. Uykunun zaferine hazırlarken kendimi ne yaptığımın gerçekliği alt ediyor beni.
Yakıcı bir acı… Sağ elimde bir tutam saç.
Eski zaman hikayesi değil bu. Elimdeki saçlar yârin zülfünden ödünç alınmış değil. Ödünç almak… Evet, yar bir parça kendi kokan saçından sadece ödünç verir.  Bilir; iki veya üç ay içerisinde eskisinden farksız bir hal alır. Elimdeki ödünç alınmış değil, koparılmış ya da çalınmış.
Çocukluğum yükleniyor uyku yerine. Aniden badem ağaçları, bahar kokusu, varlığını bazı yerlerde muhafaza eden kar birikintileri, arkamızda yatılı okulun pansiyon kısmı. Badem olması beklenen yeşil meyveler var avcumda, onunkinde biraz tuz. Karışıyor zaman. Kim karıştırıyor çayını. Ellerimdeki yeşiller toprağı andıran bir rengi alıyor, olgunlaşmış badem kabuğu rengini. Hala bahar kokusu var burnumda. Karlar erimiş. Gerçeklik kesiyor hayallerle olan göbek bağımı. Odacıktayım yine, tahta sandalyede.  Düşlerden geriye kalan saç telleri hala sağ avucumda. Bakışlarımı gezdirme ihtiyacı hissediyorum kapalı mekânda. Güneş hala yıldız avında. Halının desenleri ayırt edilmek ile edilmemek arasında.  Duvar rengi belirsiz. Oda arafta,  ben araftayım.
Yeniden üstüme çullanıyor çocukluğum. Badem ağaçları, sıcak uykusundan uyanan yeni yetme bir kız gibi, yorganını atıyor üzerinden zihnimde. Siyah bir poşet var elinde.  Saçlar, Allah’ım saçlar. Badem kabuğu renkli. Çağla topluyoruz. Ağzımda kaç ham meyve var sayamıyorum ama karşıdan yuvasına yemek taşıyan farenin yanakları gibi göründüğü kesin yanaklarım. Gülüyor. “Uyumadın mı sen?” diyor bana olanca saf haliyle. Bir dakika… Ne alakası var bu sözün burada.
Uzanıyorum daldaki yapraktan farklı yeşile. Geceden daha farklı bir siyah olan poşete soruyorum    “Sen hiç yeşille tanıştın mı?” yapraklar arasından seçtiklerimi içine atarken. Derken bir ses uzaktan “Koparmayın, onlar badem olacak koparmayın. “ diyor kuvvetlice. Okulun hizmetlisi… Hızla üzerimize geliyor. “Kaç “ diyor “Geliyor bizimki”. Aynı sese benzer bir ses, daha incinmiş, daha derinden “ Hasta olan benim ama sen daha bitin duruyorsun” diyor. Şaşırıyorum. Anlaşılan hem koşmak hem şaşırmak aynı anda olmuyor. Kapaklanıyorum yere.Dirseklerimde acıyla beraber toprağı hissetmeyi beklerken karla karışık; acıyan kalçamı hissediyorum tekrar. Sabaha kadar tahta bir sandalyede oturmanın armağanı. Çocukluğumun zaferini alkışlamak gelmiyor içimden.
“Saçlarım” diyor tanıdık ses. O yakıcı acı dolduruyor her zerremi  tekrar. Gerçekliğin tokatları peş peşe  yüzümle buluşmakta. Güneş, oda, renkler aynı. Tabloya sadece bir çift göz ilişmiş yataktan bana doğru. “Saçlarım dökülüyor dostum. Bu beklenmeyen bir şey değildi lakin üzülüyor insan yine de”
Oda eriyiveriyor, küp şekerin sıcak sudaki dağılmasını aratmayacak bir halde, gözlerimin önünde. Bir hafta öncesine yolculuğum. Çocukluğum yorulmuş olmalı. Masanın üzerinde telefonumun ışıkları yanıp sönüyor. Ekranda dört harfli bir kelime, dost. İsmi gibi dost olan bir yüz beliriyor belleğimde. Badem renkli saçlar süslüyor bu simayı. Sesimde güven, rahatlık ve neşenin beraber oluşturduğu eşsiz bir nakışla açıyorum telefonu.
-Efendim.
-Dostum,  nasılsın?
Soru basit ama ses tam bir keşmekeş. Yorgunluk ağ kurmuş ümitsizlik zehirlemiş dupduru , herseferinde enerji bulduğum tınıyı. Sorduğu soruyu cevaplamadan direk duygulara sesleniyorum.
            -Neyin var? İyi misin?
Sonrası, önce kulak çınlaması ardından şiddetli mide bulantısı ve anlaşılabilen birkaç kelime “kanser, kemoterapi, yardım, saçlar “. Ah saçlar hepsi birer ok tüm bedenimi kaplayan badem renkli.
Tekrar odaya ittiriyor beni sanrılar. Bu kadar çabuk mu düştüm? Adem ile Havva ‘da bu kadar hızlı mı düşmüştü acaba yeryüzüne cennetten? Bulutla arasında iki saat yüzerek bu küçücük öğretmen lojmanına şimdi bu kadar hızla nasıl dönebilirim? Zihnim içinde bulunduğum durumun doğruluğunu kabul etmek istemiyor anlaşılan. Sorular birbiri ardına.
Odanın arafı sevdiği fikri kendime getiriyor beni. “Koparmayın ,onlar badem olacak koparmayın” nidasıyla hortlama gayretinde anılar. “Koparmayın daha beyaz olacak o badem kabuğu renkli saçlar” demek geliyor masanın üzerindeki ilaçlara. “İyi edin arkadaşımı ama saçlarına dokunmayın.” Tekrar konuşuyor gözlerin sahibi. “ liseden ayrılırken söz vermiştin. Zor olan ne varsa beraber kolay ederiz demiştin. Bu gerçekten zor benim için. Saçlarım. Tane tane dökülmesine dayanamam.” Anlıyorum. Hatıraların sesine kulak tıkayarak, dün gelirken getirdiğim  saç makinesini alıyorum bıraktığım saçlardan boşalan elime. Önce kendi ceviz renkli saçlarımın arasında dolaştırıyorum. Ardından onun badem renkli saçlarının içinde.
Önceleri sessizken makinenin gürültüsünden kendi sesini duyuramayacağı korkusuyla mekanik tını kesildiğinde “ne yaptın sen ?” sorusunu soruyor duvara doğru, yüzüme bakmadan. “senin bana armağanların karşısında ben de sana ödünç bir şeyler vermek istedim” diyorum. Mor halelerle süslü gözlerde minik bir tebessüm ışıltısı.
Güneş muzaffer artık miğferini çıkartıyor. İçimde yakıcı bir acı… Kucağımda bir koca bir yığın halinde badem kabuğu renkli saç.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder